Dücane
Cündiğolu’ndan ahiret sualleri :
Acaba
Fatih, Eyüp, Üsküdar gibi görece muhafazakâr ilçeler bu koca şehirde kitaba ve
kitapçılara evsahipliği yapmaktan kaçınırlarken, onları, niçin Beyoğlu,
Beşiktaş ve Kadıköy ilçeleri bağırlarına basmakta?
Bir rastlantı mı?
Şehre özgü ulaşım olanaklarının kahredici bir cilvesi mi? Yerel yöneticilerin
basireti ve/veya basiretsizliği mi? Niçin Eyüp değil de Beyoğlu mesela, Üsküdar
değil de Kadıköy, yoksa bu karşıtlık nasıl işlediğini bilmediğimiz bir
mekanizmanın mı eseri?
Karşıtlığın
nedenlerini belirgin kılmak istiyorsak, soru sormaya devam etmeli, örneğin
yanısıra kafelerin, restoranların, bar ve meyhanelerin, kültür ve eğlence
yerlerinin yoğunlaştığı semt ve/veya ilçelerin hangileri olduğunu da
sormalıyız.
Bu sefer alacağımız
yanıtlar bir farklılık arzedecek mi?
Hiç sanmıyorum, çünkü
kitapçıların yanısıra eğlence mekanlarının, tiyatroların, sinemaların, barların
en çok yoğunlaştığı semtler de yine bu üç ilçe içerisinde yer almakta.
Beyoğlu’nda, Beşiktaş’ta, Kadıköy’de. Üstelik birbirinden yalıtılmış
bölgecikler halinde değil, yanyana, bitişik halde, neredeyse içiçe. Üç uzun
cadde. İstiklal, Ortabahçe, Mühürdar caddeleri.
Bireye, bireyselliğe,
dolayısıyla farklılıklara nefes aldıran ortamların bu denetimsiz gürültünün
ortasında saklanmasından daha doğal ne olabilir?
Olmaz, olamaz, çünkü
şehir yaşamının canlı olduğu yerlerde belirir neş’enin alametleri. Sadece
neş’enin mi, hüznün de! Taşra’nın tekdüzeliğine, hatta teksesliliğine karşın
şehrin o akılalmaz karmaşası. Bir senfoni. Akıl ile kalbin çatıştığı nice
arasokak. Çatıştığı ve uzlaştığı. İkinci doğa âdeta. Kültür. Bir şaka gibi
sanki, kultur, yani hars veya ekin.
Ama bu sefer toprağa değil, insan bilincine. Şehrin bilincine.
Her kadim şehir
varoluşunu hem aklî (Apolloncu), hem
de kalbî (Dionysosçu) ilkelerin
yarattığı gerilime borçludur bu yüzden. Bu gerilim değil midir ki şehir
halkının, Nietzsche’nin deyişiyle, hem daha neşeli (heiterer), hem daha bilimsel (wissenschaftlicher)
olanın arasında salınmasını mümkün kılan?
Bir yandan aklın ve
düzenin, uyumun ve kontrolün, nizam ve intizamın hükümfermâ olduğu anacaddeleri
inşa eden Apolloncu ilke, öte yandan taşkın ve coşkun duyguların esrimelere yol
açan o denetlenemez usdışılığının saklandığı arka sokaklardaki mütebessim Dionysosçu
seziş ve kavrayış!
Gayr-i müslim
vatandaşlar, diğerlerine nisbetle üç ilçede de hâlâ hatırı sayılır bir nüfusa
sahip bu yüzden. Bir türlü içimin ısınamadığı o sözcükle azınlıklar. Yanısıra sol ve liberal kesimlerin ağırlıklı olarak
yaşadığı yerler buralar. Başka deyişle, çokluk İstanbul’un şehirleşmiş
popülasyonu. Esasen İstanbullu değilse bile, artık İstanbullu olmuş kesimleri.
VE öte yanda, mahcup
bir halde susakalmış üç koca ilçe, hazdan ve zevk ilkesinden uzakta üç kadim
belde, hem de bir kanadı kırık tam üç yüzük kaşı. Fatih, Eyüp, Üsküdar. Bir
asra yakın bir süredir kendilerine gelemiyorlar, bir türlü geçmişlerine yaraşır
bir kültür havzası olmayı başaramıyorlar. Bugün’de ve şimdi’de yaşamadıkça,
zamanda ve mekanda geçmişin mirasına bir gelecek sunamayacaklarını
anlayamıyorlar.
Niçin?
Henüz terkettikleri
köyün hatıralarıyla meşgul yerel yöneticilerinin beceriksizliği mi, yoksa ilçe
sakinlerinin yaşamdan uzak, neş’eden uzak, devinimden uzak taşralı ufukları mı?
Her ikisi de değil,
çünkü bu ihtimalleri geçersiz kılacak bir geçmişe sahip oldukları malumumuz,
zira gayet iyi biliyoruz ki ne eski Fatih, ne eski Eyüp, ne de eski Üsküdar
bugün işaret ettiğimiz türden uzaklıklara aşina idiler.
Peki sorun nerede?
Cumhuriyet dindarlığının bu denli haz ilkesinden, yani şehir yaşamından,
kültürden, neş’eden, umut ve sevinçten uzak oluşunun asıl sebebi ne?
Peki
zevk ilkesi?
Şiir ve musiki?
Bunca yasaya, bunca
kurala rağmen, hani kuraldışılık, hani farklılık, hani çeşitlilik?
Özgürlük
nerede?
Deliler ve sarhoşlar?
Şairler ve dervişler?
Fransızların la raison a toujours raison dedikleri
gibi haklı olan, hâkim olan hep akıl mıdır bu beldelerde?
Yegâne belirleyici,
tartışmasız hakem, topluluğu kayıtsız şartsız zabt u rabt altına alan hep
Musa’nın şeriatı mıdır, Hızır’a hiç mi yer yoktur?
Hep Arapça’nın
kesinliği mi Türkçe’nin yalınlığına eşlik edecek olan, hani nerede Farsça’nın
kıvraklığı ve ürkekliği?
Bu kadar mı tek
boyutludur bu şehirler? Yoldan çıkmaya, günaha hiç mi izin verilmez? Günaha,
yani mahremiyete, yani sırr u esrara, yani neş’eye, hüzne, eğlenceye,
şiiriyete?
Nizam’ul-Mülk yaşıyor
hâlâ, ama Ömer Hayyam nerede? Molla Kasım’lar da tamam artık, peki ya hani
Yunus’larımız?
Vani Efendi’ler her yerde, peki ama Niyazi
Mısrî’ler nerede?
Ebusuud Efendi’lere
sözümüz yok, İbn Kemal adaylarına da, iyi ama a dostlar bizim gözlerimiz
İbrahim Maşukî’leri arıyor. Hani şu, ey canlar dedikçe canlarına okunan şah-ı
merdan çocuklarını. Çentik atılmış isimsiz mezartaşlarıyla bile nadanın
nazarından saklanan şehrin us’lanmaz deli çocuklarını.
Mehmed Akif’i
dilinizden düşürmüyorsunuz, ama siz bize niçin Neyzen Tevfik’ten hiç söz
etmiyorsunuz?
Hani şu Yenikapı
Mevlevihanesi’nin eşiğinde büyüyen ser-mestten. Akif’in dostundan?
Medreselerin
estirdiği poyraz ve lodos şöyle dursun, seher vakti tekkelerde esen meltemlerin
bile ciğerlerini harab ettiği İstanbul’un has evladından?
Sokakların
sultanından, delilerin, meczubların, serserilerin pirinden?
Cibril’in inişi için
insana hüzün ve keder gerek, peki ya Cibril’i bile geride bırakacak mirac için?
Hani sizi yedi kat
semanın üzerine uçuracak Refref’iniz, hani üzerine bineceğiniz Burak, lütfen
söyleyin a dostlar hani nerede semavi cazibe, mehabbet ve aşk nerede?
Dindar semtlerde
neş’e, hüzün ve yanısıra derin kültür arıyorsak, çaremiz yok, tekkelerinin
izlerini takip edeceğiz.
Fatih’in Haliç’e
bakan tarafı medresenin, medresecilerin yakası, peki Hırka-i Şerif’e mücavir
olan yaka?
Avam bir yanda, peki
havass?
Hani İskenderpaşa’nın
eski asaleti?
Asitane’nin sesi hiç
mi ulaşmaz Mihrimah Sultan’ın civarına?
Asitane’nin, yani
Yenikapı Mevlevihane’sinin? Cerrahi Tekkesi’nde inleyen ses, içten gelen bir
sestir, ama Fatih hiç duymaz bu sesi, duysa bile hazmetmeyi beceremez. Hele
hele delilerine ve sarhoşlarına tahammül bile edemez.
O halde bir türlü
şehre ısınamamış yığınların desteğinde kurumasına izin vermemeli canım yaşam
ilkesinin, inat edip onu asla ideolojik müsamahasızlığın cenderesinde
öğütmemeli, eskilerin tabiriyle havalandırmalı, onu sevinçle şehrin üstüne
serpmeli. Yaşamın en temel ilkesini. Arzu’yu, sevgi’yi, aşkı, ama her daim
aşkı.
Tüm şehir o aşktan
nasiplenmeli, Bektaşilerin duasıyla, evvela, aşkolsun erenler, demeli.
Aşkolsun, yani herşey aşka dönüşsün, diye seslenmeli. Israr edilecekse, aşkta
ısrar edilmeli.
Ne yapıp edip
tanrı’yı şehre çağırmalı! Belki de meydanlarda toplanmak yerine usulca şehrin
arasokaklarına dağılmalı!
Aramıza ‘rahmet’in
inmesini istiyorsak, korkmamalı, neş’eyle semaya yükselip oradan tekrar şehrin
üstüne damla damla düşmeli!
NOT:
Dücane Cündioğlu, Tanrıyı Şehre Çağırmalı, "Hürriyet", 12
Mayıs 2013
Yorumlar
Yorum Gönder